İki metre kar, kapanan yollar, kesik elektrik, çekmeyen telefonlar ve mahsur kalan yüzlerce insan... Şehirlerin bizi kuşatan, adına “güvenli” dediğimiz sınırlandırılmış dünyasında, konforlu(!) ve özgür(!) yaşam devam ederken, İZ ekibi Türkiye'nin kuzeybatı ucunda Macahel'de mahsur kalan köylülerimizin yanındaydı.
Yolu kapanan ve düzenli olarak enerji alamayan Macahel, tüm bu olumsuzluklara rağmen, halkının oluşturduğu zengin kültür ve muhteşem doğasıyla 2005 yılında, “Unesco Biyosfer Rezervi” ilan edildi.
Biz de “9 Sıcak Nokta” belgesel kuşağının birinci bölümünü çekmek üzere Karçal Dağları'na doğru; yani Macahel'e gitmek üzere yola çıktık.
İZ'in yeni belgesel kuşağı; 9 Sıcak Nokta” çekimleri için Macahel'e doğru yola çıkarken zor koşulların bilincindeydik. Arazi zor; mevsim, geçit vermeyen kıştı. Sponsorumuz Columbia'dan bu zor koşullara uygun kıyafetlerimizi alırken, iyi giyim malzemesinin zor doğa koşullarında ne kadar önemli olduğunu, yeniden hatırlayacağımızı henüz bilmiyorduk.
Nedir Bu 9 Sıcak Nokta?
WWF, Avrupa'da zengin biyoçeşitlilik barındıran ve insanın yok edici gücünün tehditi altında olan “100 Orman Sıcak Noktası” belirledi. Bunların 9 tanesi de Türkiye'de bulunuyor. WWF Türkiye, Çevre ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ve yereldeki çeşitli STK’lar bu tehdit altındaki zengin doğal alanları koruma çalışmalarına başladılar.
İZ, Türkiye’de acil olarak korunması gereken bu 9 noktaya sahip çıkmayı sosyal sorumluluğuna dahil etti ve 2011 Uluslararası Orman yılında, Türkiye'deki bu 9 Sıcak Nokta'nın filmini yapmaya karar verdi. Hem de kamuoyunda önemli güçleri ve hayranları olan oyuncuların anlatımıyla. “9 Sıcak Nokta” serisinin ilk anlatıcısı ise büyük oyuncu, güzel insan; “Erkan Can” oldu. Hedef ise Karçal Dağları ya da bilinen ismiyle Camili’ydi.
YOLCULUK YA DA MACERA BAŞLIYOR
Yolculuk daha başlamadan zorluklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Artvin'de kar yağışı başlamış ve konaklayacağımız yer olan Camili Köyü'ne giden Borçka yolu trafiğe kapanmıştı. Bu yüzden Camili'ye gidişimizi farklı bir ülkeden yapmak zorunda kalacaktık: Gürcistan!
İstanbul'dan Batum'a doğru uçuşumuz oldukça renkli geçti. Ekibimiz tüm THY personelinin sıcak ilgisiyle karşılandı. Keyifli uçuştan sonra Batum'a indik. Türkiye'nin hemen yanı başındaki Batum, İZ ekibi için çok özel bir yer. Acara Özerk Cumhuriyeti'nin Başbakanı Levan Varshalomidze ve Başbakan Danışmanı Nugzar Mikeladze çok sevdiğimiz dostlarımız. Orada bir başka ülkede olduğumuzu hiçbir zaman hissetmedik. Sadece dil ve tabii ki saat farkı (2 saat) yüzünden problemler yaşayınca Türkiye'de olmadığınızı fark ettik.
GÜZEL BATUM'UN GÜZEL İNSANLARI
Levan ve Nugzar yurtdışında bulundukları için bizimle Giorgi Kvirikadze ve Irakli Baramidze ilgilendi. Havaalanından Sarp kapısına varana kadar bir an bile yalnız bırakmadılar. Dünyada eşi benzeri olmayan misafirperverliklerini yine gösterdiler.
Batum'da sadece bir gece kalmayı planlıyorduk. Ancak yoğun fırtına ve yağmur çekim yapmamıza izin vermediği için bir gün daha kalmaya verdik. Fırtına ve yağmur yüzünden çekim yapamıyorduk, ama tabii ki bu Batum'u gezmemize engel değildi. Erkan Can ve kameraman Oğuz Özdemir ile birlikte Batum'un tarih kokan sokaklarında dolaştık.
Batum'da her dönemin kendi mimarisini gözlemleyebilirsiniz. Eski Batum'un iki katlı kendine özgün mimarisi, bana eski İzmir evlerini anımsattı. Sovyet döneminin tekdüze, gösterişten ve konfordan uzak yapıları hala nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı yerler. Ancak Batum'un özgün mimarisine aykırı, hatta çirkin yapılar oldukları da kesin. Şimdiki kapitalist dönemin izleri ise yavaş yavaş Batum'da yükselmeye başlamış durumda. Yüksek katlı, ışıltılı oteller, kumarhaneler, AVM'ler... “Batum’un en geç iki yıl içinde Avrupa'nın ve Asya'nın en gözde turizm şehirlerinden biri olacağını” bu inşaatlara bakarak hemen söyleyebilirsiniz. Kelimenin tam anlamıyla bütün Batum , iki yıl sonraya hazırlanıyor. Sokaklar, altyapı, kaldırımlar... Batum; büyük bir şantiye sanki.
Özellikle bir inşaat Erkan Can'ın ilgisini çekti. Yeni yapılan bir AVM inşaatı. Klasik Batum mimarisinin tüm özelliklerini barındıran, ama aynı zamanda modern, akıllı bir bina. Kendisine has jargonuyla aktarayım: ''Adamlar yeni bina yaparken bile eskiyi unutmuyorlar. Bizdeki laz müttahit yapılarına bak, bunlara bak! Bizdeki tüm binaları yıkacaksın, yeniden yapacaksın; ancak öyle güzel görünüme bürünür şehirler. Yoksa bitmişiz biz.”
Batum sokaklarını adımlarken bu büyük kültüre saygımız daha da fazla arttı. Şehir meydanında bulunan görkemli tiyatroya yorumumuz ise; yine Erkan Can jargonuyla; ''İstanbul'da bile böylesi yok. Bize biçilen değer bu mu?''
SARP VE SARPİ ARASINDA 3 SAAT (KONSOLOSLUK SAĞ OLSUN)
Sabah erken saatte kalkarak Batum'a ve dostlarımıza veda ederek Sarp Sınır kapısından Türkiye'ye giriş yaptık. Orada bizi bekleyen araç ile buluştuk. Türkiye ve Gürcistan arasında yapılan özel protokol ile Camili Köyü’ne doğru maceralı yolculuğumuz artık başlamıştı. Daha yolculuğun başında bu yolculuğun sadece zor doğa koşullarıyla değil; aynı zamanda yoğun bürokrasi çarkları arasında da devam etmesi gerektiğini anladık. Sarp'tan çıktık ama 100 metre ilerideki Sarpi’den (Gürcistan tarafı) 3 saat boyunca giremedik. Çünkü Batum Türk Konsolosluğu, Gürcü makamlarına geçişimizi bildiren faksı çekmemişti.
Burada kısa bir parantez açmak istiyorum. Türkiye ve Gürcistan Cumhuriyeti'nin tüm makamlarından izin alınmasına, Artvin Valisi’nin ve Borçka Kaymakamı’nın özel ilgisine ve telefonlarına rağmen konsolosluğun, biz o soğukta ve yağmurda beklerken, bir faksı çekmemesi nasıl açıklanabilir? Benim yorumum; işgüzarlık! Gürcülerin tüm yardımlarına rağmen; Türklerin yurtdışındaki haklarını korumak ve onlarla ilgilenmekten sorumlu olan kişilerin bu tutumları karşısında, hepimiz Gürcülere karşı çok utandık. 3 saatin sonunda; bize Gürcü topraklarında eşlik edecek olan askerlere faksın çekilmesiyle birlikte ilk bürokrasi savaşını atlatmıştık. Ama bu son olmayacaktı!
ÇUTUNET'E VARIŞ
3 saatlik yorucu ve zor bir yolculuktan sonra Camili Köyü’ne en yakın Gürcü Köyü olan Çutunet Köyü’ne akşamüstü vardık. Batum'daki yağmurlu hava, Çoruh Vadisi’nde yükseklik arttıkça kara dönüştü. Çoruh Nehri 20 km. Gürcistan topraklarında aktıktan sonra Karadeniz'e dökülür. Macahel; Çoruh Vadisi’nin Güney Kafkasya Dağları’yla birleştiği yerde bulunuyor. Deniz kenarındaki yağmurlu yumuşak havadan burada eser yok. 30 cm. kar ve soğuk hava Çutunet Köyü’nde bizi karşıladı. Deniz seviyesinden 400 metre yüksekte bulunan bu köy, hemen 10 km. karşısında bulunan Camili Köyü ile aynı yükseklikte.
Bu iki köy; aynı kültüre, aynı doğaya sahip olmasına rağmen farklı ülkelerin sınırları içinde bulunuyor. Sovyet döneminde birbirlerine bakmaları bile yasaklanmış olan köy ahalisi artık çok daha mutlu. Aynı toprakları paylaşan bu akraba köyler; insanları “sınırların saçmalığı” üzerine düşünmeye zorluyor bence. Doğa; burada asla sınır çizmemiş, çizgiler masalarda bu insanları düşünmeden konmuş. Ortak havayı, suyu, ormanı ve kültürü paylaşan bu kişiler “çok daha yakın” olmayı hak ediyorlar.
Gürcü Askerlerinin eşliğinde 1950 model Rus yapımı bir kamyonun arkasına binerek, Gürcü karakoluna doğru yolculuğumuz başladı. 6 km’lik yolculuk 20 dakika sürdü. Sarp uçurumların ve keskin virajların bol olduğu bu yolculuk, köyde doğup büyüyenlerin bile yapmayı hiç istemedikleri ama mecburen yaptıkları zor bir yolculuk. Konforun zerresinin bile olmadığı, 60 yıllık bir kamyonun kasasında yapılan bu yolculuğu kimseye tavsiye etmiyorum! Ancak, bu kamyonun kışın dünyayla tüm bağlantısı kesilen Macahel halkının en büyük kurtarıcısı olduğunu sonradan hepimiz öğrenecektik.
SONUNDA TÜRKİYE'DEYİZ
Kamyondan Gürcü askerlerinin eşliğinde tek sıra halinde indik ve 3 km. kadar sürecek olan yürüyüşümüz başladı. Tüm yürüyüşümüz boyunca, gece karanlığında buraya varmamıza sebep olan konsolosluktaki arkadaşlara en içten sevgilerimizi ilettik! Kar ve soğuk; bu kısa gibi gözüken mesafeyi bir saatte almamıza sebep oldu. Sınırda bizi, Gürcü askerlerinden Türk askerleri teslim aldı. Bütün gün süren yolculuğun sonunda Camili Köyü’ne ulaşmıştık. Hepimiz yorgun ve sinirliydik. Karakola vardığımızda askerlerin içten davranışları ve sıcak çayları içimizi ısıttı.
Sonunda Macahel'e gelmiştik. Tüm yolculuğumuz süresince yanımızda olacak olan Hasan Yavuz ile birlikte, bir eve yemeğe davet edildik. Sıcacık insanların sıcak sohbetleriyle içimiz ısındı. Sobada pişirdikleri müthiş yemeklerle de karnımız doydu.
BEYAZ MACAHEL
Sabah erkenden kalktık. Hepimiz ilk önce camlara koştuk. Hava pırıl pırıldı. Macahel beyazlarını giymiş, bize “Hoş geldiniz” diyordu. Masmavi gökyüzü, bembeyaz Macahel... Birbirine bu kadar yakışan ikili görmek zordur!
Köy evinden pansiyona dönüştürülen evimizde mükellef kahvaltımızı yaptık. Tabii ki kahvaltının sultanı, ünlü Macahel balıydı. Yöreye özgü Kafkas arısının, Macahel doğasında yaptığı bal, dünyanın en özel balları arasında sayılmakta. TEMA ile birlikte bu geleneksel arıcılığın geliştirilmesi için yıllardır birçok çalışma yapılmakta. Ancak köylüler, bu çalışmanın gelir getirmemesinden çok şikayetçi. “Kazanmayı bırakın borç içindeyiz” diyor Hasan Yavuz. Macahel'de iki tür bal üretilmekte: Ihlamur ve kestane balı. Köylüler, özellikle ikincisi için “ilaç” tanımlaması yapıyor.
Kahvaltı biter bitmez çekime başladık. Ertesi gün havanın kötü olacağının da haberini aldığımız için, ara vermeden hava kararana kadar çekim yaptık. Kameramanlarımız Oğuz Özdemir ve Aydın Kapancık için müthiş saatlerdi. Nereye bakarsak, büyüleyici resimlerle karşılaştık. Burası, Tanrı'nın özenerek yaratığı bir yer. Cennetin yeryüzündeki aksi. Gözü rahatsız eden hiçbir şey yok. Tek bir şey hariç ; Camili'nin kendine özgü mimarisine inat yapılmış olan altı katlı okul ve lojman! Bu coğrafyaya ve mimariye bakarak, bu binayı yapan üstün zekalı ve yetenekli kişiyle tanışmayı gerçekten çok isterdim!
Macahel havzası zengin biyoçeşitliliği ve bu zenginliğin içinde biçimlenen kültürel yapısıyla dünyanın en özel yerlerinden biri. 3. zamanda ortaya çıkan ormanları ise, dünyanın en yaşlı ormanları arasında sayılıyor. Kar yüzünden ulaşamadığımız zirvelere yakın bölgeler; on bir kişinin ancak kucaklayabildiği devasa ağaçlara, zengin bitki ve hayvan türlerinin yanı sıra bir çok endemik türe de ev sahipliği yapıyor.
YIKIM HER YERDE
UNESCO tarafından “Biyosfer Rezervi” ilan edilen bu bölgeye yaptıklarımız ise akıl alacak gibi değil. Yıllardır yolları yapılmayan, 2011 yılında hala aylarca dünyaya kapanan bu bölgede, birçok HES çalışması yapılıyor. İşin içine para kazanmak girince, yol yapmak için o bölgeye gelemeyen iş makinaları, HES yapımları için bir anda bölgeye doluştu. Sadece Macahel değil; tüm Artvin bir şantiyeye döndü. Komşu Batum daha konforlu bir yaşam için şantiye haline gelmişken; Artvin sanki inadına katledilmek üzere şantiye halinde.
Artvinliler, HES 'lere karşı açtıkları davaları tek tek kazanırken para torbaları başka yollarla dolmaya devam ediyor. Macahelli köylüler; bu zor ve çetin arazinin doğallığının bozulmaması için her şeyi yapıyorlar. Hasan Yavuz ;'' Davalar için 29 bin TL harcadık. Bu köylüler için çok büyük para. Buranın bozulmasına izin vermeyeceğiz, birileri para kazanacak diye yüzlerce yıldır yaşadığımız bu toprakları üzmeyeceğiz. Bu zor topraklar bizi hep besledi, zorladı ama hiç üzmedi'' diyor. Erkan Can ise bir Kızılderili atasözünü hatırlatıyor herkese: ''Son balık tutulduğunda, son bufalo vurulduğunda, son ağaç kesildiğinde ve son ırmak kuruduğunda, işte o zaman, beyaz adam paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacak.''
KAR BAŞLADI!
Ertesi gün başlayan kar yağışının şiddetini anlatmak mümkün değil. 2 metre ilerinizdeki kişiyi göremeyecek kadar yoğun yağan kar her dakika zemindeki karı yükseltiyordu. Birkaç saat içinde, yarım metre kar tüm Camili Köyünü kapladı. İşte o anlar, hayatta yaşadığım en güzel anlardı. Macahel'e büyük zenginlik katan; farklı türlerden oluşan orman yapısı; karların, ağaçların dallarına düşmesiyle büyüleyici bir gösteriye dönüştü. Ihlamur, meşe, kızılağaç, kestane, gürgen, kayın, fındık... Kar yağışı, her birine başka güzellikler kattı. Bir ressamın hayalinin ötesindeki gerçeküstü bu manzara, nefesimizi kesti. Ancak yoğuk hava ve yoğun kar yağışı, bu güzellikle büyülenen ekibimizi engelleyemedi.
YAŞLI ORMANLARA YOLCULUK
Her dakika gelen haberler, gitmek için büyük bir heves içinde olduğumuz Maral Köyü ve köyün çevresindeki şelale, yaşlı ağaçlar ve Karagöl'e ulaşmamızın çok zor olacağını söylüyordu. Çünkü Maral Köyü’nde karın 1 metreye , ormanlara doğru ise 1,5 metreye ulaştığından bahsediliyordu. Camili ve Maral arasında kapanan yolu, yol açma dozeriyle açmaya çalışarak Maral'a doğru yola çıktık. Yol boyunca gördüğümüz ormanlar; “buranın neden yağmur ormanları olarak sınıflandırıldığını” bize gösteriyordu. Ancak Maral'a 4-5 km. kala artık dozer de zorlanmaya başladı. Kar 1 metrenin üstüne çıktı. Hasan Yavuz; “daha fazla gitmememizin gereksiz bir risk olduğunu, karını çok yumuşak olduğunu ve çığ tehlikesinin bulunduğunu” söyledi. Bu kadar yakınına kadar gelip, yaşlı ormanları göremeden geri dönmek demekti bu. İZ’in ekipleri, her zaman mihmandarın sözünün dinlenmesi gerektiğini bilir. Bu coğrafyada doğup büyüyen bu kişiler gitmek istediğimiz yerlerde karın şu anda 2 metreden yüksek olduğundan bahsetti. Bizim de, karlar altında yaşlı ormanları çekme hevesimiz böylece kursağımızda kaldı. Kar aracını yol açma çalışmasıyla baş başa bırakıp, 5 km. yürüyerek tekrar köye geldik. Yaşlı ormanlarla buluşmamız artık başka mevsime kalmıştı.
DÖNMEYE ÇALIŞIYORUZ AMA NAFİLE
Kar yağışı, ertesi sabah daha da şiddetlendi. Köyde kar yüksekliği 80 cm’e ulaşmıştı. Camili'den öteye gidemiyorduk. Yükseklerde kar 4 metreye ulaşmıştı. Artık Macahel'e veda etme zamanı gelmişti. Tekrar aynı yoldan geri dönerek, Artvin çevresindeki HES ve baraj yapımlarını da görmek istiyorduk. Ancak galiba Macahel de bizi sevmişti ve geri göndermek istemiyordu. Yoğun kar yağışı yüzünden, bizi Çutunet'ten Gürcü Karakolu'na indiren kamyon hareket edemiyordu. Yaklaşık 1 metre yumuşak karda, 10 km. sürecek olan, dik rampa yürüyüşü demekti bu. Hem de birçok çanta ve malzemeyle. İlk gün, bu yürüyüşü yapmanın bu koşullarda imkansız olduğuna karar vererek Camili'den nasıl ayrılabileceğimizi tartışmaya başladık. Bazı köylüler, haftalarca buradan ayrılamayacağımızdan bahsettiler. Bunları duymazlıktan geldik.
DOST NUGZAR MIKELADZE
Bu sırada aklıma Nugzar'dan yardım istemek geldi. Nugzar'dan yolu açmasını ve bizi Sarp'a götürecek iki araç sağlamasını istedik. Önce; tehlikeli bir yol olduğu için orada kalmamızı istedi. Bazı bölgelerde çığ tehlikesi bulunduğundan, Çutunet Köyü ile Batum arasında da yolun bazı noktalarda kapalı olduğundan bahsetti. Ancak ısrarla dönmemiz gerektiğini söyleyince; “sabah erkenden çalışmaları başlatacağını, ancak yol açma çalışmalarının ne kadar süreceğini bilmediğini” söyledi. Bu haber bile bizi çok mutlu etti. Çünkü bir gün sonra, çok yoğun kar yağışının olacağı bilgisi ulaşmıştı. Ya yarın sabah dönecektik ya da haftalarca Camili'de kalacaktık. Gece, elektriksiz ve erzaksız zor geçti. Hasan Yavuz'un eşi Hacer Abla; kalan erzaklardan hepimize karnımızı doyuracağımız kadar yemek yaptı. Gece ise soğuk, hiçbirimizi uyutmadı. Yorganın altında kat kat giyinmemize rağmen, sanki dışarıda yatıyormuşuz gibi üşüdük.
DÖNÜŞ
Sabah erkenden tekrar sınıra doğru yola çıktık. Bürokrasinin aşılması güç çarkları yine karşımıza çıktı. Bizi teslim almaya gelen Gürcü askeri; konsolosluktan protokolün hala kendilerine ulaşmadığını söyleyince yine büyük bir yıkım yaşadık. Birçok telefonun ardından; konsolosluğun, yine herkesin haberi olmasına rağmen izin protokolünü Gürcü makamlarına iletmediği ortaya çıktı. Çünkü hafta sonları çalıştıklarını bilmiyorlamış! Haftasonu protokol yapılmazmış! Sabahın erken saatlerinde yol açmaya çalışan Gürcü dostlar, Artvin Valisi, Borçka Kaymakamı, Hopa Kaymakamı bizi oradan çıkartmak için bütün güçleriyle uğraşırken, konsoloslukta sıcacık odasında, mesai düşünen arkadaşlar yüzünden tekrardan köye döndük. Askerlerle birlikte öğle yemeğimizi yedikten sonra, sonunda dönüş haberimizi aldık. Büyük bir hızla sınıra gittik. Bu yolu o kadar çok gidip gelmiştik ki; yol artık çok tanıdıktı. Yolun eğimi, virajları, karın yüksekliği… Hepsine alışmıştık.
Sonunda Gürcü tarafına geçebildik. Ancak köy ile sınır karakolu arasındaki yol, çalışmalara rağmen kamyonun inemeyeceği kadar kötü durumdaydı. Yol açma aracı; yoldaki karı biraz temizlemiş ancak geride karla karışık balçık bırakmıştı. Balçık dizimize kadar geliyor ve yürüdükçe ayağımızın altından kayıyordu. 3 km. kadar dik bayırı çıktıktan sonra, ekipten bazıları yürüyemeyeceklerini söylediler. Askerlere kamyon gelmezse çıkamayacağımızı söyledik.
KAMYON İLE BULUŞMA
Telefon trafiği yine başlamıştı. Gürcü askerler; 1 km. daha yürümemiz halinde kamyonun düzlüğe gelebileceğini söyledi. Son bir eforla dik yokuşu çıktık. İlk gördüğümüzde bize korkutucu gelen; o güzel kamyonu gördük. O kamyon tüm kusurlarına rağmen buradaki halkın hayatla en önemli bağlantısıydı. Hastalar, öğrenciler, erzaklar; hep bu kamyonla Macahel'e ulaşıyordu. Büyük bir sevinçle kamyonun eski, metalleri paslı, tentesi yırtık, zeminin bazı yerleri kırık kasasına bindik. Uçurumların yanından zorlanarak, bazen de kayarak çıktık. Kamyondakilerden bazıları yoğun sarsıntıdan bayıldılar ama yine de köye ulaşınca hepimiz çocuklar gibi sevindik. Hemen Nugzar'ın gönderdiği Lada Niva'lara bindik.
Hava kararmıştı. Hepimiz yorulmuş ve bitap düşmüştük. Sarp Sınır Kapısı göründüğünde bu yorucu ve zor yolun bittiğine inanamıyorduk. Hopa Kaymakamı'nın gönderdiği araçlara bindik ve Hopa'daki otelimize ulaştık. Hepimizin ilk işi dakikalarca sıcak suyun altında kalmak ve sıcacık yatağımızda uyumak oldu.
HES
Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra Artvin'de yapılan barajları ve HES'leri gezdik. Bilim adamlarıyla görüştük. Tüm akademisyenler burada yapılanın büyük bir yanlış olduğunu söylerken, bu baraj ve HES'ler nasıl yapıldı? Sadece Artvin'de onlarca baraj ve HES; hiçbir bilim adamına danışılmadan mı yapıldı? Ya da daha vahimi, bu çevre katliamının ardında bilim adamlarımızın imzası var mı? Eğer varsa bu bilim adamlarına ne dememiz lazım? Bu sorularla “9 Sıcak Nokta” maceramızı tamamladık.
“9 Sıcak Nokta” belgesel kuşağı; Türkiye'nin en soğuk ve zor noktasında başladı. Burada yaşayanların ne kadar zor bir coğrafyada yaşadıklarını, fakat buna rağmen bu doğanın bozulmaması için nasıl çabaladıklarını görüntülemek için onların yaşamlarına konuk olduk.
Çevreyi ve ekosistemi hiç düşünmeden yapılan çalışmaların sonucunu, hepimiz yakın zamanda göreceğiz.
Ben de Erkan Can gibi yapayım ve yazımı bir Kızılderili deyişiyle bitireyim:
''Doğa kanunları, insan kanunlarından üstündür. İnsan kanunlarını ihlal edenler avukatların, yargıçların elindedir ve çoğu zaman suçlular bile kurtulur. Ama doğa kanunu öyle değil. Doğa kanunlarına karşı gelirseniz, gerçekten cezalandırılırsınız - hem de çok kötü.''
Vedat Atasoy