Soğuktu ve sulu kar çiseliyordu. Çanakkale’de bizi bekleyen çetin çekimi, yola çıkmadan iliğimizde hissettik. Rıfat Çığ, Wilco, kameramanlarımız Ethem, Aydın, Serdar, yapım sorumlularımız Sinem, Selda ve ben, toplam sekiz kişi, iki arabaya bölünüp yola çıktık.
Bu benim için yeni bir deneyim olacaktı. Çünkü ilk defa bir yere hep birlikte gidiyorduk. Ve dahası, 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni işlemek gibi ortak bir amacımız da vardı. Sevinerek ve merak ederek pencereden yolu izledim. Rıfat Çığ ile sohbet ettim. Biraz uyudum, uyandım. Gündüzü akşama çeviren bulutlar ve rüzgardan yataylaşan yağmura rağmen, yolda olmak her zamanki gibi güzeldi.
Gittik, gittik, gittik ve iki araba, birer saat arayla Tekirdağ’da buluştuk. Bu sahneden gülen suratlar ve hararetle anlatılan çekim anıları hatırlıyorum.
Yeniden yola koyulup ikinci defa buluştuğumuzda ise, Kilitbahir’deydik. Arabalı vapurda protokol edasıyla, oturarak kalkarak, yer değiştirerek, kek yiyip çay içerek Çanakkale’ye vardık. Otele yerleştikten sonra, yemek yiyeceğimiz restorana yürürken, soğuktan yandık. Ve anladık ki, Çanakkale ayazı hafızamızda uzun süre kalacak.
ÇEKİMLER
Bir gün sonra, hepimiz bir köşeye dağıldık ve çekimler başladı. Ben, şehir merkezi ve Çanakkale Zaferi’yle ilintili olarak, Gezi Rehberi'nin "Siperlerde" bölümü için Gelibolu’daki bazı noktaları tanıtmakla yükümlüydüm. Hikayeye merkezle başladık.
Denizin çevrelediği sahil boyunda yürüyüp, çarşı başındaki Şair Ece Ayhan Meydanı’na vardığımızda, iki sembolik Çanakkale yapısıyla karşılaşmıştık bile. Biri, Troya filmi sonrası Çanakkale’ye hediye edilen deniz kenarındaki Truva Atı, diğeri ise 1897 tarihli Saat Kulesi. Saat kulesi ve civarındaki alanda, restore edilmiş onlarca taş binanın pek çoğu, yeme içme mekanına dönüştürülmüş. Eskiye dair bir dükkan bulma umuduyla aranadururken, Kent Müzesi kapısına geldik. Bu müzenin üst katı, küçük bir etnografya salonu gibi. Alt katındaki geçici sergi bölümü ise, Çanakkale’li eski esnaflara ayrılmıştı. Burada öğrendim ki, Çanakkale’de geçmişi yaşatan esnaflar az da olsa yok değil. İçlerinden birini ziyaret ettik. Dükkanın adı Yaşam Kırtasiye. 75 senelik bu dükkan, Çanakkale’de ilk gazete satılan yer. İçerdeki eski çanta, kitap, dergi ve kırtasiye malzemeleri, yalnızca teşhir amaçlı oradalar, satılmıyorlar.
Ardından Aynalı Çarşı’ya gittik. İçerisi geniş, düzenli, temiz, fakat her şey çok yeni. İsminin hafızamdaki yeri nedeniyle, yine tarihi şeyler görme umuduyla girip, açlığımı pek doyuramadan çıktım. Neyse ki sırada Yalı Han vardı. Yalı Han’la ilgili güzel şeyler okumuştum. Gördüklerim, okuduklarımdan farklı değildi. Ve hatta fazlasıydı. 1889 yılında inşa edilen bu yapı, şimdi bir kültür sanat yuvası. Han, Çanakkaleli yazar-çizer, fotoğrafçı ve her yaştan “genç” insanın ikinci ev bellediği sıcacık bir mekan. Üst kattaki han odalarına göz atmanızı tavsiye ederim. İçlerinden biri, Çanakkale’nin her yerinde karşıma çıkan, “Kent-Kültür” gazetesinin çalışma ve arşiv odası. Bu gazeteyi, aldığı imece usülü yardımlarla tek başına ayakta tutan Oğuz Harmandar ise, tanışmaktan büyük mutluluk duyduğum insanlardan.
Kültür ve arşiv demişken, Çanakkale’ye büyük hizmetlerde bulunan Truva kazıları başkanı Prof. Manfred Korfmann’ın, tüm kitaplarını bağışladığı Korffman Müzesi de, duraklarımdan biriydi. İçerde ışıldayan binlerce kitap, dergi ve makale, güzel bir kütüphanenin çatısı altında sizleri de bekliyor.
Sizi ısrarla bekleyen bir diğer şeyin, sağlı sollu vitrinleri parselleyen “peynir tatlısı” olduğunu göreceksiniz. Biz bu tatlıların en tatlılarının yapıldığı Kasapçılar Çarşısı’na gittik. Gördük ki peynir tatlısı fırınlanmış haliyle de, fırınlanmamış haliyle de, gezegenimizin en müthiş tatlılarından.
GELİBOLU ÖNCESİ
Çanakkale tarafından vapurla karşıya, Gelibolu’ya geçmeden önce, Çimenlik Kalesi’ne gittik. Bu noktada çok önemli gördüğüm bir şeyi paylaşmak istiyorum. Gittiğimiz yerlerde çekimler için gerekli pek çok izin alıyoruz. Bu izinler bazen, çok uzun zamanda elimize ulaşıyor. Bazen ise, elimizde izin olduğu halde kapılarda uzun süre beklediğimiz oluyor. Öğrendiğimiz ezberin aksine, Çimenlik Kalesi’ndeki çekim için askeri makamdan yetkililerin gösterdiği nezaket ve yardım karşısında, sevincimizi nasıl göstersek bilemedik. Bu kale ve içindeki müzeye verdikleri önem, görev bilincinin ötesinde bir duyarlılık taşıyor.
1462 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çimenlik Kalesi, Çanakkale isminin de menşei. Kale etrafında çanak çömlek işiyle uğraşan çok insan olduğundan, şehrin ismi Çanakkale olmuş. İşte bu kalenin bahçesinde, Çanakkale Savaşı’nda kullanılmış toplar ve sur duvarında bir delik karşıladı bizi. Bu delik 18 Mart 1915 günü, İngiliz gemisi Queen Elizabeth’ten atılan,fakat patlamadan kale duvarında kalan top mermisine ait. İç Kale’ye girdiğimizde bizi karşılayan müze ise, içerde saatler geçireceğimizi ilk andan müjdeledi.
550 senelik bir kalenin kocaman kapısı ardında, titizlikle korunan savaş kalıntıları, gazilerin gerçek seslerinin dinletildiği yerleştirmeler ve cephane dekorundaki teatral sunum bizi yeterince etkilemişken, daha fazlasıyla kalenin en üst katında karşılaştık. Kalenin taş duvarları arasındaki kubbeli odalar, Ressam Korkut Uluğ’un Çanakkale Savaşı’nı tuale döktüğü yağlıboya tabloların ev sahibiydi.
Manzarasından, sergi salonlarına, tarihi camilerinden kütüphanesine, yüzlerce detay daha var burada. Yani, Çanakkale Savaşı’yla ilgili hiçbir şey bilmeden girip, her şeyi öğrenerek Çimenlik Kalesi’nden çıkmak mümkün. Zaten amaç edinilen de bu olmuş. Gelibolu’ya geçmeden önce, insanları bakmaya değil, görmeye teşvik etmek.
GELİBOLU
Çanakkale’den Gelibolu’ya motorla geçtik. Yanımızda, Yalı Han’da tanıştığımız yeni arkadaşımız Levent Çelikel de vardı. Doğma büyüme Çanakkale’li Levent Bey, kendi deyimiyle hayatı fotoğrafla paylaşıyor. Şehrin geçmişini, Ece Ayhan’la dostluğunu, Çanakkale’ye dair harika anılarını ve fotoğraflarını, eminim sizlerle de paylaşmak isteyecektir. Onu Yalı Han’da bulabilirsiniz.
Motora bindikten yaklaşık 5 dakika sonra, Kilitbahir’deydik. Burada, hemen motor iskelesi çıkışındaki çay ocağının yanında, ev yemekleri yapılan minicik bir dükkan görüp, içeri girdim. Siz de mutlaka girin, ve buranın sahibi çiftle sohbet edin derim. İstanbul’u bırakıp aşık oldukları Kilitbahir’e yerleşmişler. Son beş aydır da bu dükkanda sıcak sıcak yemekler yapıyorlar.
Motor iskelesinden ayrıldıktan sonra, Kilitbahir Kalesi’ni ziyaret edip, Morto Koyu’na doğru yola devam ettik. Bu yol öyle güzel, ve kışa rağmen hala öyle yeşil ki. Ama üzerimde bıraktığı etki güzelliğiyle sınırlı değil. Yalıtılmış bir sessizliği var ve bu sessizlikte geçmişten titreşen çok ses var. Duyumsuyorsunuz. Morto Koyu’na varıp, Hisarlık Tepesi’ndeki Şehitler Anıtı’na adım attığınızda ise fazlasını hissediyorsunuz.
Anıtın altında tuttuğunu fırlatacakmış gibi esen rüzgar, ve kemiğe işleyen bir soğuk vardı. Üzerimdeki tüm kışlık koruyucu kıyafetlere rağmen buz parçası gibiydim. Aç değildim. Bünyem bolca c vitamini depoluydu. Ayrıca az sonra ısınacağımın da bilincindeydim. Yani bu kaskatı kesiliş ebedi değildi.
Ancak bir süre sonra uyuştum. Ve tam bu uyuşma anında, hasta ve aç olduğumu düşündüm. Üzerimde beni koruyan kıyafetler olmadığını, ölmüş bedenlerle dolu bir alanda, benim de ölümle burun buruna olduğumu düşündüm. Beni ne ayakta tutabilirdi? Beni hangi irade daha da ileri atabilirdi? Korkmadan nasıl koşabilirdim? Bunu bilemedim. Düşüncem yetmedi. Tek anlayabildiğim, algımın çok ötesindeki o gücün şehitlerle birlikte toprağın altında yattığıydı.
O yüzden ben kendi adıma, Çanakkale Savaşı ve bu savaşta şehit olanlar için, sessizliğin duasını seçiyorum.
Işıl Bayraktar