Mühr -ü İstanbul
Boyaya henüz kavuşmamış bir fırça vardı masada..
Eminönü Camii semalarında uçarken, kanadından düşen tüyü vardı bir kuşun.
Saylangozun evi, kibrit çöpü, kurşun bir kalem, Mısır Çarşısı’ndan alınmış; koyu sarı renkli kavrulmamış kahve çekirdekleri vardı.
Ve bir de Hasan Kale’nin İstanbul’u…
Bir kuş tüyünde, toplu iğne ucunda, kıyıya vurmuş deniz kabuğunda düşünün İstanbul’u..
Tabloları duvara asmak için kullandığınız çivinin bizzat kendisinin üzerinde hayal edin, o devasa şehri..
Deniz fenerini, solmuş bir yaprağa; Kız Kulesini, bir kahve çekirdeğine emanet edin şimdi.
Gözünüzle tanık olana dek, yazdıklarım tahayyülü zor gelebilir belki. “Çivinin ucunda, nasıl olur da koskoca Boğaz Köprüsünü görebilirim? ” diyebilirsiniz; Hasan Kale ismine yabancıysanız şayet.
Pekii Kimdir Hasan Kale?
Ayrıntıları iyi sezip, yeniden kullanan; resme, minyatüre, tasarıma yeni soluk getiren,
kendisini nasıl tanımlayacağına henüz karar verememiş, yetenekli bir adam o.
İstanbul’u, bütün hatlarıyla “şehrin ayrıntılarına” resmeden İnegöllü bir usta..
Makrodan mikroya çalışabilen tek ressam. Ve bu ressamın tuvali 3x5 metre genişliğinde olduğu gibi, mercimek veya pirinç tanesinin bizzat kendisi de olabiliyor.
Fırçayı altı yaşında eline alan; renge, ayrıntılarda gizli olan güzelliğe inanan, İstanbul’a aşık bir sanatçı Hasan Kale. Daha önce Zürih ve Tokyo'da sergiler açmış, Türkiye’den uzak diyarlara gitmişti “bir avuç” hazinesiyle.
Üç milimetrelik, bilinen en küçük sultan portresine imza atan sanatçının eserlerinden biri, hala Topkapı Sarayı'nda sergileniyor. Ayrıca özel tasarım mücevherlerinde, bir tarihçi gibi geçmişten beslendiği ve minyatür ustasının işine duyduğu özen ilk bakışta farkediliyor.
Böyle disiplinlerarası; resim,tarih,minyatürle ilgili cümlelerin arasında “bağlaç” gibi bir adam Hasan Kale. Atölyesindeki çekmecelerinin bazılarından, kuş tüyleri; bazılarından mercimek, pirinç, kahve taneleri çıkabiliyor. Masanın yakınlarında duran kibritler, sigara yakmak için değil, boğaz köprüsünün üzerine inşaa edilmesini bekliyor..
İlk bakışta onu anlamak, sanatının içine dahil olmak zor gelebilir.
Çünkü sanatı, günlük koşuşturmaca içinde durup dikkatle izlenmesi gereken ayrıntıların ta kendisi aslında.
İşe Başladın Mı, Bitirmek Gerek..
Hasan Kale için işin büyüsü, üretme hissiyle paralel ilerliyor..
“Bir kere, bir işe başladınız mı; o işi artık bitirmeden bırakamazsınız. Biraz ara vereyim, yarın ya da bir kaç gün sonra devam ederim derseniz; o zaman hangi renk karışımlarını kullanmıştım diye hatırlamazsınız bile. İşte o zaman işin büyüsü bozulur.” diyor ressam.
Film senaryosu için kolları sıvamış bir senarist; nasıl ki , konuya hakimiyetini arttırabilmek için diyar bayır dolaşır, yeni insanlar tanır, uzun uzun sohbetler eder, kitapları yalayıp yutarsa; Hasan Kale de içinde yaşadığı şehrin ayrıntılarını toplayıp, kentin adeta dışından bir noktasına konuşlanıp; önce İstanbul’u dinliyor. Dinlediği ve dondurmak istediği o anı ise, bir mercimek tanesinin, kuş tüyünün, makarnanın, sinek kanadının üzerine resmediyor.
Sonuç mu? Küçük objelerin üzerinde, “taşı toprağı altın bu koca şehir” şahlanıyor..Aklınıza ilk etapta, “çizdiklerinin çıplak gözle görülüp görülmediği” gelebilir.
Bu sorunun cevabı; toplu iğne başı da dahil olmak üzere; “Evet.” Kullandığı ise, sadece samur bir fırça, biraz boya.. Büyüteç veya gözlük bile kullanmadan, çıplak gözle yapıyor bu “sanat kapsüllerini” Hasan Kale.
Malzemesi ise sokak… Rüzgarla uçuşan ve ayağına gelip takılan gazete parçası bazen…
Ve İstanbul’a her baktığında gördüğü farklı medeniyetlerin izlerinin, işini kolaylaştırdığını düşünüyor. Kentin içinden temin ettiği malzemeleri, yine kentin ona sunduğu mirasla harmanlıyor.
Ayasofya’ya baktığında gördüğü Bizans izleri, Fatih’in kulağına fısıldadıkları, Yeditepe İstanbul’da Mimar Sinan’ın mirası, zaman tüneline atlayıp başka bir çağı resmetmesine yardımcı oluyor.
İstanbul’u Anlatmak…
İstanbul’u anlatmak için Sait Faik’in neye ihtiyacı vardı?
Adadaki evinin balkonundan denize bakıp, martıların çığlıklarını dinlemeye belki.. Iğrıp çeken balıkçıların tartışmalarını duyup da yazmasaydı “deli olacaktı.”
Yahya Kemal; Nazım Hikmet’in annesine duyduğu aşkla İstanbul’dan kalkan ve içinde sevdiği kadını uzağa götüren geminin ardından yazmıştı, Sessiz Gemi’yi.
Edip Cansever, meyhaneci Yakup’un hikayesini yazdı Asmalımescit’te.. İstanbul’da Çağrılmayan bir Yakup’un hikayesini...
Ne bu şehir anlatmakla tükendi, ne de biz onu anlatmaya, -daha zor olanı- anlamaya çalışmaktan yorulduk.
Hasan Kale de, fırçasının ucundaki İstanbul’u yine İstanbul’a resmederek ifade ediyor kendini. Bu şehre duyulan aşkın dışavurumu, kentin bütününü oluşturan ayrıntılarda saklı. İşin felsefesinde, ayrıntının güzelliğini, “tek ve biricikliğini” dışarı çıkarmak yatıyor.
İlk olarak İstanbul’da 80’li yıllarda bir ajanstan gelen teklifle, kibrit kutusuna çizdiği 20 figürle, içindeki “coşmaya hazır sanat adamını” dışarda bulan Hasan Kale’nin şimdiki hedefi, bir saç telinin üzerine İstanbul panoramasını çizmek.
Hasan Kale Nasıl Bir Eğitim Almıştı? Hocaları Kimdi?
“M. Siyahkalem, Levni, Nakkaş Osman’dı benim hocalarım” diyor. “Hiçbiri yaşamıyor. Ben de onlar yaşarken yoktum zaten. Ama bunlar benim hocalarım...”
Cevap ironik ama net aslında: “Bu bir aşk peşinden gittiğim, sadece ellerim ve gözlerim var, hepsi bu.”
Atölyesinden çıkarken, boyaya nihayet kavuşmuş yorgun ince uçlu bir fırça vardı masada..
Kuşun tüyünde bir Eminönü Camii, saylangozun evinde kız kulesi...
Eriyen mumda yağmurlu bir şehir,
Sonbahar sarısı yaprakta Yeşilköy deniz feneri vardı..
Yani; Hasan Kale’nin İstanbul’u…
Dilek Mayatürk
"Mühr-ü İstanbul" Yapım Sorumlusu