Nisan ayında Antalya’da olmak, haziran ayında Antalya’da olmaktan daha sıcak. Henüz denize girilebiliyor değil. Hava serinle ılık arası. Sokaklar sakin. Konyaaltı plajındaki kalabalığı isterseniz parmakla sayabilirsiniz. Kaleiçi ve çarşıda ise tezgahlar taze açılmış. Sizi saran, işte bu telaşsız şehrin sıcaklığı.
Fakat Antalya, kalabalıksız da olsa hareketli. Çünkü bu şehir sakin bir tatil beldesinden ziyade, turizm arenasında bayrak tutan dişlilerden biri. Dolayısıyla bu sakinlik bir uyku halinden ziyade, maraton öncesi koşu pozisyonu almış bir atletinki gibi.
İşte tam da bu sebepten her yerde bir yaz öncesi hazırlık hakim. Yenilenen kaldırımlardan, inşaa edilen seyir teraslarına hummalı çalışmaların izi birbiri ardına dizili. Bu çalışmalar içinde bence en heyecan vereni Antalya Güneş Evi. Ekolojik eğitimin verileceği bu merkezde bir sebze bahçesi, bir sera ve güneş enerjisiyle çalışan mini arabaların dolaşabileceği bir de parkur bulunacak. Elektrik ihtiyacını güneşle rüzgardan, su ihtiyacını yağmurla nemden sağlayan bir yer, Antalya gibi yoğun ve yorgun bir cazibe merkezi için, bence taze bir nefes.
Doğaya duyarlılık söz konusu olunca, değinmeden geçmek istemediğim bir konu daha vardı. Spora değil fakat onun tatbik edildiği alanlara karşı seslerin yükseldiği "golf " konusu. Bunun için Belek’e gittim. Bu belde için pekala golf cenneti denebilir. Nisan ayı golf sezonu için kapanış dönemi olsa da, otellerin neredeyse tamamı dolu. Antalya’nın bu anlamda düzenli ve yoğun bir turist potansiyeli olduğu muhakkak. Fakat belirtmek gerekir ki, bu turistlerden elde edilen gelir, Antalya’ya değil golf tesislerine kalıyor. Çünkü golfçüler otellerden çıkmıyorlar. Tesisler son derece lüks ve bu sporun uygulanabilmesi için gereken koşullar itinayla sağlanıyor. Zaten ardında tartışmalar yaratan konu da, bu itina. Golf oynanabilmesi için ihtiyaç duyulan çimler için, ormanlık alanlardaki ağaçların itinayla kesilmesi tek sorun değil. Bu çimler için sarf edilen aşırı miktarda su ve uygun şartlarda gübrelenmeleri için kullanılan kimyasallar, bu sorunun kıvamını koyulaştıran diğer etmenler.
Bu sahaların yetkilileri ise konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Kesilen ağaçların Orman Bakanlığı’na aynı sayıda fideyle iade edildiğini, sulamak için sürekli aynı suyu kullandıklarını ve gübrelemedeki kimyasalların ise, toprağın dibindeki kaynak sulara karışmayacak şekilde uygulandığını söylüyorlar. Her argümanın bir karşılığı olsa da, bir soruya verilen yanıt sabit. "Bu sporun yapılması için ağaç kesilmesi şart mı?”
"Değil tabii ki…”
Golf sahalarından Antalya merkeze uzanıp, Konyaaltı plajına gittim. Sessizdi, sakindi, ve deniz içi sonsuz açıyordu. Tüm Konyaaltı’nı baştan sona izleyebileceğiniz Seyir Terası yakınından, şehir merkezine uzanan nostaljik bir tramvay hattı var. Bu tramvayla deniz manzaralı birkaç durak gittikten sonra Kaleiçi’ne gelebilirsiniz. Saat Kulesi yanından kendinizi aşağı saldığınızda, tarihi evlerle dolu sokaklarda açılmış tezgahlar, halıcılar, esnafın önüne tabure atıp oturduğu dükkanlar göreceksiniz. Yivli Minare Camii ve Yıkık Medrese’nin içinde olduğu avlu uğramanız gereken duraklardan. Yıkık Medrese’de size ikram edilen enfes şerbetten içmeyi, ve küçük oyuncak müzesini görmeyi ihmal etmeyin.
Sokaklardan salınmaya devam ettiğinizde, yol sizi limana taşıyacak. Liman sizi yenilenmiş yüzüyle karşılasa da, ona seksenli yıllarda verilen uluslar arası “Altın Elma” ödülünü neden hak ettiğini hissettiren naif bir yanı hala var. O yüzden liman yamacındaki kafelerden birinde gün batımını izleyin derim. Çünkü buradan bakınca Antalya iki milyonluk bir şehir değil, Toroslar, Akdeniz, ve falezler demek.
Buradan yine yukarı çıktığınızda, surları ardınıza alıyorsunuz. M.S 300’lü yıllarda Roma İmparatoru Adrianus’un Antalya’yı ziyaretine ithafen yapılan Adrianus Kapısı, bir muhteşem. Hemen üzerinde yer aldığı Atatürk caddesi ise, sağlı sollu palmiye ve turunç ağaçlarıyla dolu, ve insanı yürüyüşe teşvik ediyor.
Hazır buradayken ve yürüyorken, Atatürk caddesi yakınındaki Bakırcılar Han’a uğramalısınız. Burada, daha önce ana yemeğe eşlikçi olarak yediğiniz bir şeyin, ana yemek olarak da yendiği bir yeri tavsiye edeceğim. Bakırcılar Han’daki “Mustafa’nın Yeri”, tahinli piyazıyla ünlü. Ve Antalya’da tahinli piyaz, köftenin yanında yenilen bir şey değil, köfte, tahinli piyazın yeninde yenilen bir şey. Hakkını vermek gerek, gerçekten doyurucu ve lezzetli. Tahinle piyaz birlikteliğini biliyorum sorgulamadan edemiyor insan. Fakat, tahine katılan bir sır sayesinde, sorgusuz sualsiz bu piyaz tat hafızanızda uzun süreli bir yer ediniyor.
Yemeler, içmeler ve gezmelerden sonra, Antalya’da akşam olunca, güzel oldu. Şehirden bir yerlerden müzik sesi yükseldi. Konser desem değil, bir klüpten yükseliyor desem bu ses, klasik müzik ki bu, klüpte çalmaz. Sesi takip edip Cumhuriyet Meydanı’na ulaştığımda, sesin menşeini buldum. Meğer Antalya’da akşamlar ışıkla, müzikle ve suyla selamlanıyormuş.
Meydanda suyu, müziği, ışığı izledim.
Tramvay geçti.
İnsanlar müziği alkışladı.
Ne güzel buradayım dedim ben de.