Masa Dağını ve yamaçlarından aşağıya dökülüvermiş gibi duran evleri tam karşıdan gören bir apartmanın 5. kattaki dairesinde oturuyorum. Şehre tepeden bakılabilecek bir yüksekliktir bu. Gerçekten de önümdeki düzlükte uzanıp giden şehri Marsilya tipi kırmızı kiremitler ve Muğlalı olmayan kalorifer bacaları olarak görürüm bulunduğum yerden. Bu çok ta öyle bulunmaz bir manzara değildir. Bakmaya da kolayca doyulur. Ama bir de öte yanımda bir Muğla vardır ki ona sadece bakmak insana yetmez. Ben Masa Dağının yamaçlarındaki bu evlere, yıkık dökük hayatlarına, pencerelerine, bacalarına bakıp hayal kurmayı severim. Örneğin az ilerideki birkaç betonarme binayı yok sayıp 100 yıl önce nasıl göründüklerine bakarım. Şimdi üstü kapatılmış derelerden tertemiz sular akıtıp kenarındaki yeşilliklerde koşturan çocukları görmeye çalışırım. Dahası kendi kendime oyun bile oynarım. Aralarından o güne dek görmediğim, dikkat etmediğim bir evi görmeye çalışırım. Bu kadar yüksekte olmam bile onlara aşağıdan bakmama engel olamaz.
İşin garip yanı bu yamaç şehrini meydana getiren evleri görebilmenin tek yolunun onlara karşıdan ve uzaktan bakmak olmasıdır. Heyecanınızı dizginleyemeyip yanlarına koşacak olursanız saklanıp gözden kayboluverirler. Uzaktan bakınca yok zannettiğiniz daracık sokaklarda görüp bulabileceğiniz sadece kireç badanalı duvarlardır. İşte bu yüzden hep merak ederim eteklerdeki Muğla’yı ve içinde yaşayanların hayatlarını.
Fotoğraf çekmeyi sevenler iyi bilirler ki bu dar sokaklar insanı hiç boş çevirmez. Ben daha Saatli Kulenin yanından geçerken makinemi her şeyiyle çekime hazır ederim. Çünkü hazırlanana kadar elimden kuş gibi uçup giden “o an”ların acısını iyi bilirim. Son pişmanlık kapıdan içeri girip kayboluveren çocuğu asla geri getirmeyecektir. Fotoğrafın sanatsal değerini sonra düşünmek gerekir. İşte onlardan biri az ileride ve hala kapıda. İlk fotoğraflarımı çekmek için arka arkaya deklanşöre basarken kapıdaki çocuk benim görmediğim birilerine dönüp beni işaret ederek “ adam..” diyor. Şanslıyım. Bu çocuk cesaretini içeridekilerden alıyor ve resmini çektirmekte hiç nazlanmıyor. Anne, baba ve büyükanne gözleri oğlanda kapı aralığından ovaya bakıp çaylarını yudumluyorlar. Hepsini bir kareye sığdırıp vuruyorum kendimi tekrar yokuşa.
Kim ne derse desin bu sokakların tek hakimi çocuklardır. Burada yaşıyor olmakla elde ettikleri farklı çocukluk tatlarının değerini büyüyünce anlayabilecekler. Yıkılmaya yüz tutmuş metruk evlerin bahçelerinde hırsız polis oyunu oynamanın, köşeden aniden fırlayıp elindeki plastik tabancayla bütün kötüleri yok etmenin lezzeti hangi bilgisayar oyununda var? Uzaklara gitmeye gerek yok. Hemen aşağıdaki apartmanlarda oturan kız çocukları yola kilim serip, pembe çay takımlarıyla evcilik oyunu kurabiliyorlar mı bu kadar rahatça? Bana ikram ettikleri çayı yalancıktan da olsa içiyorum pembe misafir takımlarından.
Ara sokaklarda ilerlerken, sokak girişlerini gösteren tabelalardan çok iç güdülerimi kullanmaya çalışıyorum. Bu da zaman zaman çıkmaz sokaklara düşmeme neden oluyor ama olsun. Çıkmaz sokaklardan da ne çıkacağı hiç belli olmaz buralarda.
Masa Dağı eteklerindeki kimi yeni kimi eski, kimi yerçekimine uyup iyice eğilmiş, kimi kısa süre önce özenle restore edilmiş evlerin arasından geçip yavaş yavaş zirveye yaklaşırken, bir köşede elinde ekmeğiyle oturan yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Buralarda özellikle kadınların kapı önlerinde oturup gelen geçeni izlemesi, birkaçı bir araya gelip gündelik hayattan bir şeyler paylaşması veya biraz daha eski yıllardan kalan alışkanlıkla duvarlarla çevrili kapalı dünyalarından dışarıdakilere şöyle bir göz atmaları en bilindik davranış biçimlerindendir. İçimden “işte güzel bir örnek” diyerek fotoğrafını çekmek için izin istedim. Firdevs Hanım 73 yaşında. 38 yıldır yalnız yaşıyor. Neden yalnız olduğunu sorduğumda “Ben sinir hastasıyım” diyor. Çok fazla soru sormuyorum bunun üzerine Firdevs Hanıma. Ama o ekliyor: “Evliliğini yürütemez diye rapor verdiler. Eşimden ayrılınca da hayata böyle devam ediyorum işte.. Sağ olsun mahalleli çok yardımcı .. Keşke beni kedimle çekseydin. Az önce buradaydı.. ”
Firdevs Hanımla beraber belki gelir diye biraz daha bekledik gezgin kedisini. Bu arada o bana biraz daha söz etti hayattaki küçük sıkıntılarından. Moral olsun diye “ hepimizin ufak tefek zorlukları var”dedim.“Ama yaşayıp gidiyoruz işte. Düzelir merak etme.. Akşam karnı acıkınca kedin de dönüp eşikteki yerine kurulacak ama beni kaçırdı işte.”. Firdevs Hanım gülümseyerek “doğru” dedi ve çevresine bir kez daha bakındı kedisini görebilmek için.
Sonunda döne dolaşa Masa Dağının değil ama eteklerdeki dizi dizi evlerin en üst noktasına ulaşıyorum. Burası küçük bir meydan. İlk dikkati çekenler etrafta bir sağa bir sola koşturan birkaç yavru köpek. İçlerinden beyaz olanı, uzun bir sicimle ortadaki ağaca bağlı. Bu bir Seter. Sıkı bir av köpeğidir. Her avcı yanında bir Seter’i olsun ister avda. Ama bunun iyi avcı olması için daha bir fırın ekmek yemeğe ihtiyacı var. Diğer yavrular ise kömür gibi kapkaralar. Ben cinslerini anlamaya çalışırken az öteden sütten sarkan memelerini sallayarak gelen annelerine doğru koşuyorlar ve düğüm çözülüyor. Bu anne safkan Cocker spaniel. Resim gibi duruyor. O da avcıdır aslında ama av için değil güzelliği, asaleti ve duygusallığı ile yoldaş olur insana. Etrafında sevinçten yuvarlanan kömür parçaları ise yasak aşkının meyveleri. .
Az ötede biri pijamasının paçalarını kıvırmış eski kırmızı bir arabayı yıkamakla meşgul. Diğeri ise kahverengi ceketini omzuna almış yol kıyısındaki bir duvarın üzerinde oturan esmer ve zayıf bir adam. Hiç konuşmuyor. Gözlerini az ötedeki çatıların ardındaki mavi gökyüzüne çevirip derin düşüncelere dalmış gibi. Yanındaki poşetin içinde yeşil şişede ucuz bir şarap markası belli belirsiz de olsa seçilebiliyor. Arabasını yıkayan, benim çevreye olan ilgimi sezmiş olacak yanıma geliyor. Tanışıyoruz kısaca. Adı Cem. Muğla’da otopark çalıştırıyor. Hemen köşedeki evde oturuyor. 1975 doğumlu. Arabayı yeni almış, 1978 model Renault TS. Her tarafı orijinalmiş, söylediğine göre bir motosiklet parasına ilk sahibinden almış. Satan pek temiz tutmamış anlaşılan. Yıkayıp paklamakta Cem bey’e düşmüş ama şikayetçi değil. Az ilerideki adamı soruyorum ona. “O bizim Ali Rıza Efendi” diyor. “Mahallemizdendir. 4 çocuğu var. Gözleri görmez. Sahte içki içmiş. Mahalleli bir araya geldik evini yeniledik. Belediye de yardımcı oldu. Her gün böyledir. Zararı kendine..”
Cem Bey’in ailesi aslen Datça’lı. Babadan kalma evini terketmiyor, kendi deyimiyle “yadigar bekçiliği”ne devam ediyordu. Tahmin ettiğim gibi ava meraklıydı. Hem de bir damlacık Seter yavrusuna hatırı sayılır bir para ödeyecek kadar. Kekliğe gidermiş genellikle. İzinle domuza çıktığı da olurmuş. Avlandığı yerler ise bana işaret edebileceği kadar evine yakın. Onun bu hali bana biraz aşağıda sokağa evcilik kuran çocukların özgürlüğünü hatırlattı. Arabası var ama avlanmak için uzun yollara düşmesine gerek yok. Evinin biraz yukarısı av alanı..
“Bizim mahallede dayanışma başka olur” diyor. “Hastayı, çaresizi, ihtiyarı iyi bilir, koruyup kollarız.” Çocuklarının burada yaşamaya devam edeceği konusunda ise umutsuz. Daha şimdiden artan oyun bahçeleri, pizzacılar, internet cafe ve mağazalar onları hızla aşağıya çekmeye başlamış.
Saatli Kule’nin çanı havanın az sonra kararacağını haber veriyor. Kulenin yanından geçerken makinemi yerine koyuyorum. Artık eteklerdeki Muğla’nın tamamı gerçek hikayelerini yazmak için sabırsız, evime doğru yürüyorum.
Rıfat ÇIĞ